Zaman sessizce akıp gitmiyor. Onun da bir sesi var. Kuşatamadığımızdan duyamadığımız kulaklara sığmaz bir gürültü. Büyüklüğü maddeye sığmayan bir çark ve onun dönüş çilesi. Zamanın bizdeki sesi bizim sesimizdir. Ah'larımız, of'larımız, oh'larımızdır. Sesler duyuyor ve onları bir başkaları için ardımızda bırakıyoruz. Bu duyuşlar, kendimizi zamanın ötesinde konumlandırdığımız için, bize onun sesleri gibi gelmiyor. Halbuki biz de zamanın parçasıyız. (Duyamayışımız belki de gürültünün bizzat kendisi/parçası olmamızdan.) Belki zaman denilen devasa bir hayvanın hücreleriyiz. Kanında dolaşan mikroplarız. Diğer parçalarından farkımız: Büyük bedenden ayrı bir 'kendimiz oluş' bilincine sahibiz. Kendimizi bütünden ayrı olarak da tanımlayabiliyoruz.
Her yeni varoluş, sahneye çıktığını haber vermek için, bir ses çıkartıyor. Üzerine basılmasından korkan kedinin miyavlamaları. "Ben de buradayım!" feryadı. Kaderin bedene dönüşmesinin işareti ses. Varolan, varoluşun diğer parçalarına geldiğini haber veriyor. Havada sonsuzluğa doğru dağılıp giden dalgalar, varlıklarından akılla haberdar olmadığımız pekçok şeye, varlığımızı haber veriyorlar. Bu kadar ses ne için? Duyacaklar olmalı. Afrika'da, insan ayağı değmemiş bir toprakta, şakıyan kuşun kulaklarda bir hakkı var. Bu sesler duyulmuyor olamaz. Sen de çok kahkahalar duydun çocukluğunda. Güzel suretler gördün. Unutamadığın sözler oldu. Bitimsiz anlar yaşadın. Varolduklarını sesleri ilan etti. Yitip gidecek olsalardı gürültüye ne gerek vardı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder