29 Eylül 2016 Perşembe

Öyle birşeyle sarhoş olalım ki, ayıldığımızda pişman etmesin

Hayalgücümüzü besleyen varlıktan ziyade yokluktur. Yoksunluğumuz, bizi, gerçekte yapamadığımız şeylerin hayalini kurmaya zorlar. Zayıflığın da güce dönüştüğü bir eşiktir bu. Varlık sahalarından birisinde yaşanan eksiklik, bir diğerinde, daha da güçlenmemizi tetikler. İnsan birkaç sahada birden var. Ama bu birkaç varoluş aynı zamanda hepsinde yarım kalmasının da nedeni. Gerçek dünya hayallerimizi 'bir cürümmüş gibi' arkada bırakmaya zorluyor. Gerçek bir hayatı olmayanlar, o hayata verecekleri bir hesap kalmayınca, hayallerine sarılıyorlar. Gerçek bir hayalperesti hayalcilik suçlaması etkilemez. Gerçek bir hayalperesti hayallerinden çıkaracak tek şey, gerçek dünyanın gözünde albenili hale gelmesi veya getirilmesidir.

Ben de bu kağıtta benzer bir özgürlüğü yaşıyorum. Doğruya doğru. Eğer bu kağıdın ötesindeki hayat içinden çıkmayı hiç istemeyeceğim bir sarhoşluk olsaydı içimle bu derece meşgul olmazdım. Ondan razı olmayışım şunu netice verdi. Birisine küstürülmekle ötekiyle barıştırıldım. Ondan alamadığım sarhoşluğu burada arıyorum. Ama en nihayetinde bu da bir sarhoşluk arayışı. Sarhoşluktan sarhoşluğa kaçarak yaşıyoruz. Çünkü hayatın bizzat kendisiyle başımız hoş değil.

Dikkat edilecek o kadar çok şey var ki. Sonsuz. Bütününe dikkat edecek bir ayıklığı en baştan yitiriyoruz. Sınırlıyız. Sınırlarımızın kölesiyiz. Böylece başlıyor kalbin derinlerinde bir sarhoşluk arzusu. Sarhoş olalım ki, o kadar da farkında olmayalım. Farkında olmadığımızın da farkında olamayalım. Her farkındalık omzumuzda bir yük oluyor. Onu da geçtim. Tam olarak neyi yaşamamız gerektiğinden bile emin değiliz. Hayat denilen herkesin içine aktığı bir havuz var. Bir de içimizde başka bir deniz. Onda yüzsek bundan, bunda yüzsek ondan kıskanç çığlıklar yükseliyor. Herkes bizi kendisine çağırıyor. Sesler karışıyor. Delirmek işten değil. Şu halin bir kurtuluşu var mıdır? Yoksa, sarhoşluk da kaçınılmaz gibi. Bu farkındalıkla ayakta kalamayız. Öyleyse olması en güzel şeyde sarhoş olalım. Öyle bir sarhoşluk olsun ki, ayıldığımızda pişman etmesin.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Küsmek de ihtiyaçtır

Küsmek de bir ihtiyaç galiba. Bazen o kadar eften püften şeyler için insanlar birbirlerine darılıyorlar ki, bütün bunların yalnızca birer bahane olduğunu düşünüyor insan. Asıl sebepse buna ihtiyaç duymamız. Hadi yüzleşelim: Küsmeye ihtiyacımız var. Küsmeye ihtiyacımız var. Küsmeye ihtiyacımız var... Ve bu ihtiyacın tetiklemesinden ötürü kendimize küsülebilecek kişiler ve küsmeye yeter bahaneler arıyoruz. Her zaman istediğimiz gibi bir tanesi denk gelmiyor, ama olsun. Küstükten sonra ne için küstüğümüzün ne ehemmiyeti var? Elbet yüzümüz barışmayadır. Yüzü barışmaya olmayan, küsme değil, düşmanlıktır. Kırgınlık değil, nefrettir. Çok mu küçük birşey için küsüyorlar size. Bir de şöyle düşünün: Sebep ne kadar eften püften olursa affetmesi de o kadar kolay olur. Belki küçük şeyler için küsmek büyük şeyler için kavga etmekten daha iyi. Büyük depremi engelleyen küçük fay kırılmaları gibi.

İşin özü şu: Küsmek bize değerli olduğumuzu hissettiriyor. Küstüğümüz zaman, gönlümüz alınmaya çalışıldıkça, almaya çalışan için herhangi biri olmadığımızı anlıyoruz. 'Herhangi biri olmamak' ne demek? 'Herhangi biri olmamak' boşuboşunalığa karşı kazanılmış büyük bir zaferdir. Bizsiz yapılamaz. Bizsiz olmaz. Eğer küsmeseydik bundan emin olabilir miydik? Küsülmedikten sonra sevginin sağlaması nedir? Emek mi? Onların birer alışkanlıktan ibaret olmadığını bize ne söyleyecek? O yüzden küsmelere küsmemek lazım. Belki şöyle düşünmek ilişkiler açısından iyileştirici olabilir: Bize küsen, gözümüzde değerli olmaya muhtaçtır. Çocuğun ebeveynine küskünlüğü, nefretinden değil, arzu ettiği ilgiden kaynaklanır. Eğer fazla küsmelerden rahatsız isek, o kişiye, ilgimizin sağlamasını yapabilmesi için küsmeden başka delil/imkan vermemiş olabiliriz. Başka isbat yolu bulamıyor olabilir. Bir de böyle düşün isterim. Güzeli görmeye çalışırsan herşeyin bir güzelliği var.

27 Eylül 2016 Salı

"Seni seviyorum!" demek de bir teşekkür çeşididir

Hayatı seviyorum. Evet; bunu, buraya yazdığım iyi oldu. Çünkü daha fazla dile getirmeye ihtiyacım var. Herşey çok hızlı gelip geçti. Ona yeterince teşekkür edemedim. Şunu farkettim: Birşeye "Seni seviyorum!" demek, aslında "Varlığından dolayı memnun ve mutluyum!" demek. Bu da bir çeşit şükür. Çünkü eserin sahibine şunu demiş oluyorsun: "İyi ki yarattın bunu sen!"

Bazı teşekkürler teşekkür etmeden de teşekkür olur. "Seni seviyorum!" demek de böyle bir teşekkür çeşididir. "İyi ki varsın!" yine öyledir. "Allah seni başımızdan eksik etmesin!" yine öyledir. İnsanların birbirlerinden bu sözü duymaya duydukları iştiyak, bence, bu ikinci anlamından uzakta görülmemeli. İnsanlar varlıklarından mutlu olunmasını 'boşuna yaşamadıklarına' delil sayarlar. Hepimiz varlığımızı anlamlı kılmaya muhtacız. Birisi sizi beğendiğinde veya sevdiğinde siz de kendinizi beğenmeye ve sevmeye başlarsınız. Varlığınızın bir anlamı olduğunu düşündürür bu size. Çevremizdekilerin onayı doğrunun ne olduğu konusunda bir fikir verir. Eğer kendi fikrinizden emin değilseniz.

Tehlikeli yanları da var elbette bunun. Dışının onayından başka birşey için yaşamaz olanlar, iradelerinin hakkını da veremez olurlar. Sen olman için sen olarak yaratılan sen, hep 'onların' dediğine bakarsan, nasıl 'sen' olmanın hakkını verebilirsin? Peki, bu karışık işte denge noktası neresi?

Denge noktası bence içsesine karşı duyarlı olmakta saklı. İçindeki ses eylediğin şeyi onaylıyorsa ve varlığından/eylenmesinden huzurlu bir lezzet (değil sadece lezzet) duyuyorsa, dışının onayı üzerine bal-kaymak olur. Yok, içindeki senin huzurlu bir sevinci yoksa eylediğin şeyden, o halde dışarının onayı tek başına eylediğini güzel kılmaz. Buna gücü yetmez. Sevdiğin şeyi yapıyorsan ancak dışarıdan gelen onaylar mutluluğuna çarpan olur. Sevmeden yaptığın birşeyden dolayı aldığın takdir ancak sıkıntını çarpar. Çünkü onu terketmeyi güçleştirir. En azından ben kendi hayatımda bunu böyle gördüğümü söyleyebilirim. İçinde mutlu olmadan dışında mutlu olmak mümkün değil.

24 Eylül 2016 Cumartesi

Sorumluluk güçlünün arzuladığı zayıflıktır

Böyle akarsu gibi yazılarda ne buluyorum? En kısa cevabı: Kendimi. Benim kafam da biraz böyle çalışıyor. İyi şeyler söylediğimde iyi şeyler söylemeyi planlamıyorum. Kötü şeyler söylediğimde kötü şeyler söylemek elimde olmuyor. Kastettiğim edebiyat. Yok bu iddialı oldu. Kastettiğim hepinizin içinde akan o düşünsel nehir. Nehir de mi iddialı? O halde şöyle yapalım: İçimde bir oluk var. Ve beyaz sayfanın karşısına geçtiğimde o oluğun önündeki kapağı kaldırmış oluyorum. Cümleler akmaya başlıyorlar. Derdim de onlarla beraber akıyor. Ne tuhaf! Derdimi bir kez bile anmıyorum.

Akarken onlara engel olmuyorum. Hatta yetişmeye çalışıyorum. Ve böylece bir yazı(msı) ortaya çıkıyor. Şimdi bu yazının ne kadarı benim? Hepsi mi? Hiçbiri mi? Ne kadarı? Nasıl 'hepsi' diyebilirim? Başlarken ne yazacağım bile aklımda olmuyor. Bir planla oturmuş değilim. Birşeyin sahibi, sahip olduğu şeyi, bilmez mi? Sahip olmak da planlı bir eylem değil midir? Ben bilmiyorum. Bilmiyorsam sahibi değilim. Sahiplik ve bilmek arasında böyle bir bağlantı var.

Belki bilmek ile sevmek arasında kurulan ilgi de biraz bununla alakalı. Sen birşeyi seviyorsan onun neyi sevdiğini de bilirsin. Çünkü sevmek, eğer sevilenin mülkü olunmak istenmiyorsa, sahip olmayı da peşinde sürükler. Birşeyi ya sahibi olarak severiz yahut da onun tarafından mülk alınarak sevgilisi oluruz. İkisi de sevmektir.

Ancak birincisinde bilmek senin işindir. İkincisinde bilinmek senin rahatındır. Belki en fazla bilindiğinin farkındalığını göstermen gerekir. Bilen de bildiğinin bilinmesini ister. Bilindiğini bildiğini bildirirsin. En kolay yolu: "Teşekkür ederim." Hem bilmek hem bilinmek. İkisine de sahip olmak güç. Bir yerde görev paylaşımı yapmak zorunda kalıyorsun. Eğer bilinen sensen kontrol diğerinde demektir. Eğer bilen sensen kontrol sende demektir.

Böylece en küçük birliktelikte bile roller paylaşılır. Güçlü olduğunu düşünen sorumluluk alarak kendisini zayıflatır. Birisi öne geçer. Ona bu gücü veren bilmek gösterdiği dirayet ve dikkattir. Birisi rahat eder. Ona bu huzuru veren zayıflığının farkındalığıdır. Zayıf olmak ne lezzetli bir iştir, bilmezsin. Güçlü olmak ne zordur, görmezsin. Daha da tuhafı: Bunu güçlü de görmez.

Biz de zamanın parçasıyız

Zaman sessizce akıp gitmiyor. Onun da bir sesi var. Kuşatamadığımızdan duyamadığımız kulaklara sığmaz bir gürültü. Büyüklüğü maddeye sığmayan bir çark ve onun dönüş çilesi. Zamanın bizdeki sesi bizim sesimizdir. Ah'larımız, of'larımız, oh'larımızdır. Sesler duyuyor ve onları bir başkaları için ardımızda bırakıyoruz. Bu duyuşlar, kendimizi zamanın ötesinde konumlandırdığımız için, bize onun sesleri gibi gelmiyor. Halbuki biz de zamanın parçasıyız. (Duyamayışımız belki de gürültünün bizzat kendisi/parçası olmamızdan.) Belki zaman denilen devasa bir hayvanın hücreleriyiz. Kanında dolaşan mikroplarız. Diğer parçalarından farkımız: Büyük bedenden ayrı bir 'kendimiz oluş' bilincine sahibiz. Kendimizi bütünden ayrı olarak da tanımlayabiliyoruz.

Her yeni varoluş, sahneye çıktığını haber vermek için, bir ses çıkartıyor. Üzerine basılmasından korkan kedinin miyavlamaları. "Ben de buradayım!" feryadı. Kaderin bedene dönüşmesinin işareti ses. Varolan, varoluşun diğer parçalarına geldiğini haber veriyor. Havada sonsuzluğa doğru dağılıp giden dalgalar, varlıklarından akılla haberdar olmadığımız pekçok şeye, varlığımızı haber veriyorlar. Bu kadar ses ne için? Duyacaklar olmalı. Afrika'da, insan ayağı değmemiş bir toprakta, şakıyan kuşun kulaklarda bir hakkı var. Bu sesler duyulmuyor olamaz. Sen de çok kahkahalar duydun çocukluğunda. Güzel suretler gördün. Unutamadığın sözler oldu. Bitimsiz anlar yaşadın. Varolduklarını sesleri ilan etti. Yitip gidecek olsalardı gürültüye ne gerek vardı?

23 Eylül 2016 Cuma

Yazmak iyileştirir

Yazmak can sıkıntısını da alır. Bunu nasıl başardığını söylemek güç. Ancak başarıyor. Belki şu olabilir: İnsan yazdığı zamanlarda kendilik şehrini gezmiş gibi oluyor. Gezmek, karşılaştırdığı farklılıklarla, can sıkıntısını alır. Stresli olduğum zamanlarda saatlerce yürüdüğüm olur. Bunu yapmamın nedeni, nasıl olduğunu çözemediğim bir şekilde, içimdeki kavganın yola akması. Şartları da var tabii. Bir kere yol mümkün mertebe düz olmalı. Kaldırımlar geniş olmalı. Dikkatim tekrar be tekrar yolla meşgul olmamalı. Yolda yürürüm, ama aslında kendi içimde yürürüm. Ve ayaklarım yorulduğunda kafamdaki taşlar da yerine oturmuş olur. Yazmak da bunu başarıyor.

Ne zaman bir yazıyı hitama erdirsem içimde bir boşluğun daha dolduğunu hissederim. Sakinleştirici birşeyler almak gibidir yazmak. Edebiyat insanı sakinleştirir. Ayaklarım şehri adımlarken orada neyi başarıyorsa, kalemim beyaz kağıdın üzerinde dolaşırken onu başarır. Hepinizin yaşadığı şeylerdir bunlar. Bu açıdan yazmak, ben gibi zayıflara, büyük nimettir. Yazarak ayakta kalırız.

Yazmanın bir diğer yardımcılığı iradeye kendisini daha iyi/güçlü hissettirmesi. Beyaz kağıt dileklerinizin daha çok gerçekleştiği ve sağdan/soldan itiraz almadığınız bir alan. Hayalgücünüz de gerçek hayattaki güçsüzlüğü içinde rahatsızdır. Beyaz sayfanın hürriyeti içinde rahat eder. En nihayet yazmak da bir terapi çeşididir. Ancak insanın kendisini olduğu gibi ortaya koyacak kadar güçlü olması lazım.

Hem zayıf hem güçlü, ikisi birden nasıl oluyor? Oluyor bence. Kendisi olmakta güçlü olanlar herkesle yaşanan hayatın içinde zayıf olabiliyorlar. Çünkü herkesle hayat 'olduğu gibi olanlar' için daha incitici. Nasıl tarif etsem? Bir tiyatro sahnesine senaryosuz çıkmak ve bu nedenle diğer bütün oyunculardan azar işitmek gibi. Dışarıdasın ama oradasın. Oradasın ama dışarıdasın. Sen de bizim gibi olmalıydın, sen de. Sen de bizim gibi numara yapmalıydın, sen de. Sen de kurgumuza katılmalıydın, sen de. Birşeylerde güçlü olmanın bedeli başka şeylerde zayıf olmak. Bu da sınırlarımızın bedeli.

22 Eylül 2016 Perşembe

Sırlarımız yaralarımızın hemen altında

Bütün bu kargaşanın içinde insan önce kendisini dinlemeyi unutuyor. O kadar ses var ki. Ve dikkatimiz, hepsinden haberdar olmak istememizle, o kadar serseme dönmüş ki. Sersemlik, özünde gücü yetmezlik. Daha fazlasına sahip olma isteğinin daha azının farkında olmakla sonuçlanması kaçınılmaz gibi. Çünkü gücün yetmiyor. Korkuyorum. Kendimin, bütün asl-ı haliyle kendimin, bu gürültü içinde giderek kaybolduğunu hissediyorum. Sırlarıma dokunamıyorum. Ki sırlarım da yaralarımın hemen altındadır. Yaralarımın inlemeleri kulağıma gelmiyor. Kulağım başka seslerin, başkalarının yaralarının, şehvetine kapıldı.

İnsan vicdanının dahi sesini duyamaz olur gürültülü zamanlarda. Vicdanın istediği bir sessizlik var. Bir parça kendi kendine kalman lazım. Fısıltıların duyulabilir olması gerek. Hatırlaman gereken şeyler var. Onun da insan olduğunu mesela. Sonra insanın da nasıl birşey olduğunu hatırlaman lazım. Çünkü herkesin konuştuğunu konuşurken insan tasavvurun da yerinden oynadı.

Sanıyorsun ki, insan, ilkelerden ve bu ilkelerin peşinde kurgulanmış hakikatlerden ibarettir. Bu yanlış. İnsan tastamam böyle değildir. Yahut da sanıyorsun ki, insan, menfaatlerden ve bu menfaatlerin peşinde kurgulanmış arzulardan ibarettir. Bu da yanlış. İnsan tastamam bu da değildir. İnsan ne birisidir ne de ötekidir. İnsan biraz ondan, biraz bundan, biraz şundan bir varlıktır. Asl-ı halini ortaya koyması için onun, bunun veya şunun kendi renkleriyle onu baskı altına almaması gerekir.

Melekî yanımız insan olduğumuzu unutturmamalı. Meleklere özenmek iyidir, ama melek olmak mümkün değildir. Yaratılışımızdan murad edilen de bu değildir. Biz ya onları geçeriz yahut da gerilerinde kalırız. Çünkü aynı kalamayız. Onlar kadar tastamam 'birşey' değiliz. Gelgitlerimiz var. Başka hiçbir sebep olmasa bile, sırf canımız onda kalmaktan sıkıldığı için, güzel şeyleri terkedebiliriz. İnsan ruhu, geliştiremediği/değiştiremediği zamanlarda, doğrunun kendisinden bile sıkılır. Demiyorum ki doğruluğunu inkar eder. Etmez elbette. Ama onda da kalamaz. Başkalık nefesi almak ister. Niye böyle oluyor? İnsan olmamızdan dolayı böyle oluyor. Ama işte bu da bir sır. Ve sırlarımız yaralarımızın hemen altında.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Güneşin de bana ihtiyacı var

Sonbahar geldiğinde insan daha büyük pencereler arıyor. Daha az güneş ışığı var ne de olsa. Güneş bizim kardeşimizdir. Bizden milyonlarca yıl önce doğmuştur. Fakat varlık ailesinin bireyleriyiz ikimiz de. Hem birşey söyleyeyim mi? Abim olmadığında ben ne kadar eksik kalırsam, ben olmadığımda da abim o kadar eksik kalır. "Güneşin sana ne ihtiyacı var?" diyeceksiniz. Sırf neden-sonuç ilişkisi içinde bakarsanız, öyle. Pek ihtiyaç yok gibi bana. Fakat eğer anlam maddeden önce geliyorsa, ki yaratılışta bu hep böyledir, amaç araçtan önce gelir. O zaman belki de ben güneşten önceyim. Çünkü güneşi anlamı kılan şeylerden birisi de benim. Benim onun hakkında yazdığım şu kadarcık yazı dahi onun ışığıyla elde edemeyeceği bir varlık çeşidini temsil ediyor. Ben güneşin varlığına anlam katıyorum. Güneş de benim tenime sıcaklık katıyor. Anlaşıyoruz.

Yaptığımız şey güneşin yaptığından daha mı az? Ben öyle görmüyorum. Güneş nasıl uzaklardan bana ışığıyla ulaşıyorsa, ben de ilgimle ona buralardan ulaşıyorum. O bana ışığıyla dokunuyor. Ben ona gözümle dokunuyorum. O beni bilmiyor. Ben onu da biliyorum. Ben ışık yaratamam. O akıl yaratamaz.

Benim gücüm bitkileri sevindirmeye yetmez. Fakat onun gücü de ağlayan bir çocuğu teselli edemez. Kim demiş güneş benden güçlü diye? Bence her ikimiz de kendimizce güçlüyüz. Işığın bir anlamının kalmadığı zaman, yalnız insanın yaptıklarına ve yazdıklarına bakıldığı zaman, güneş diğer yıldızları geçecek, kendinden büyükleri bile. Çünkü insanı tanıyor olacak. İnsan da en çok ona itibar ve iltifat edecek. Güneş bizi sever kardeşlerim. Biz de güneş abimizi severiz. O cümlemizin girişindeki büyüğümüzdür. Noktaya kıyasla epey de büyüktür hatta. Her cümleye büyük harfle başlanır. Fakat sonunda bir nokta olmadan o cümlenin bittiğini bize kim söyleyecek? Nokta olmadan bittiği nasıl bilinecek? Cismimizin küçüklüğüne kanma a bicirik. İnsan gelmeden kıyamet gelir mi?

Seyirci asla kaybetmez

Tutmaya çalışmak can acısıdır. Çünkü herşey akıp gidiyor. Bırakmamız lazım. Bırakmadığımız sürece akıntıyla boğuşuyor olacağız. Peki, insan birşeyi nasıl bırakır? Bence insan birşeyi 'onunla duygusal bağını keserek' bırakır. Peki, birşeyle duygusal bağımızı nasıl keseriz? Bence bunu da onun sahipliğini terkederek yaparız. Onun bizim olmadığını düşünmek eşya ile ilişkimizin sahiplikten emanetçiliğe dönüşmesini sağlar. Emanetçilik, sahiplikten kolaydır. Zira emanetçi, sahipliğin sorumluluklarını taşımak zorunda değildir. Sevdiklerimizi emanetçisi gibi sevdiğimizde böyle bir rahatlama imkanı var.

Şu da var tabii: Sahip olmanın karizmatik olduğunu inkar edemem. Çünkü daha güçlü asılıyor. Daha sıkı tutuyor. Daha çok vakit ayırıyor. Daha çok emek veriyor. Daha çok peşinde koşuyor. Bu 'daha çok'larla ötekini geçiyor. Sahip olunmak isteyen birşeyseniz 'emanetçi' yerine 'sahibi' seçmeniz normal. Çünkü mülk de yükünü malike bırakıyor. Yani onda da bir rahatlık var.

Rahat olunması en zor iş sahiplik. Üzerimize en az yakışan şey. Fakat karizmatik. Fakat kibirli. Fakat üstenci. Hem sahiplikte diğer insanlarla yarışmak da mümkün. Emanetçilikte yarışılmaz. Yahut da mülk olmada... Emanetçilik veya mülk olma halleri üzerinde boğuşulacak şeyler değildir, çünkü vazgeçişlerdir. Vazgeçişlerde kimse yarışmaz. Bütün yarışlarımız vazgeçmemeler üzerine kurulu. Vazgeçmeyi bir kere öğrendin mi, artık pistin dışına çıkmışsın demektir, yapacağın en mantıklı şey diğerlerinin yarışını izlemek olur. Yarışanlardan sadece birisi kazanır. Ama seyircilerden kaybeden olmaz.

20 Eylül 2016 Salı

Yalnızlık sevilmeden yalnız kalınamaz

Bana öyle geliyor ki: Bugününde yalnızlıktan şikayet eden her insan, geçmişinde bir yerlerde, yalnızlığı arzulamıştır. Çünkü yalnızlık sevilmeden yalnız kalınamaz. Bu belki bencilliğinden ileri gelmiştir. Belki hayatının kalabalığından... Belki zayıflığından... Ama mutlaka ona âşık olmuştur hayatının bir köşesinde. Başka türlü olamaz. Kafasındaki sesi daha iyi duymak istemiştir. Kalbinden geçenleri daha net görebilmeyi arzu etmiştir. İradesinin aslında neyi seçeceğini, çevresinde başka iradelerin yükünü hissetmeden, görebilmeyi temenni etmiştir. Böylesi sebeplerden ötürü yalnız kalmayı ister insan. Ve kalır. Ondan şikayet edecek kadar hem de.

Yalnız kalmak, siz onu isterken kötü değildir. Yalnız kalmak, o sizi isterken kötüdür. Hatta yalnız kalmak bir süre sonra insanı öyle yabanileştirir ki (yabanilik, yalnızlığın alışkanlığa dönüşmesidir) başkalarıyla tekrar bağ kurmaya kalktığınızda, duvarlarınızı aşmakta zorlanırsınız. Çok konuşmaktan sıkılırsınız mesela. Çok dinlemekten... Sizden başkasıyla, ondan kaçma fırsatı elinizin altında olmadan, vakit geçirmekten... Bu aşamada bir başkası size hem cennetiniz hem cehenneminiz gibi görünür. Ona dokunmak istersiniz. Çünkü o sizi kendilik zindanınızdan kurtaracaktır. Ondan kaçmak istersiniz. Çünkü o sizi kendisi zindanına atacaktır. Hem ondan korkak hem onu temenni eder bir halde kalırsınız.

Eğer hayalgücü gerektiren birşeyle meşgulseniz, mesela yazarlık gibi bir işle, bu öyle çok da yakınılacak birşey değildir. Gelgitlerle dolu insanın hayalgücü daha sıkı çalışmaya başlar. Yalnızlık nedeniyle gerçekleşmeyenlerin sayısı arttığı gibi gerçekleşebileceklerin sayısı da kabarır. Bu hayal için büyük kazançtır. Hayalin diğer kazancı ise yalnızın korkularına yaslanır.

Yalnız 'gelsin' ister ama 'kalsın' istemez. Kalması yalnızlığı tekrar dönülmez kılacaktır. Birşeyin cismi getirilmeden kendisiyle konuşulmak istenmektedir. Böyle bir nakliyatı hayalgücünden başka güç yapamaz. Hayal birşeyin maddesini yerinden oynatmadan manasını taşıma yeteneğidir. Kulak nasıl sesleri, göz nasıl ışıkları, burun nasıl kokuları yakalıyorsa, hayal de o şeyin manasını yakalar. Kimbilir? Belki manamız da tıpkı kokumuz veya sesimiz veya görüntümüz gibi havada gezinmektedir. Hayal onun sonsuza uzanan yankılarını yakalayacak bir araçtır. Olamaz mı sizce? Ben yalnızların havada uçuşan manaları diğerlerinden daha iyi yakaladıklarına inanırım. Onlara açlardır çünkü.