Bazen yazmak bir kaçış oluyor. Kimden kaçış? Önce kendimizden. İnsan sadece kendisine kaldığında ona büyük zararlar verebilir. Bebekler, tırnaklarıyla uzun süre yalnız kalmalarına izin verildiğine, en fazla kendi yüzlerini tırmalarlar. Yalnızlık yaralarınızın yeniden kanamaya başladıkları nöbetlere dönüşür bazen. Başka sesler kalmadığında, bastırdığınız sesler, duvarlarının arkasından duyulur olmaya başlar. Böyle zamanlarda, işte, yazmak bir kaçış oluyor. İkinci bir ses çıkarıyorsun çünkü. Bir gürültü. Bir çağlayan. Güçlü bir akış. Tutunmaya çalışan bir el. Dikkatin acıların baskısından kurtuluyor. Bu akışın çağıltısı içinde yaralar yine duyulmaz oluyorlar. Tedavi olmuyorlarsa da uyuşturuluyorlar. Görmezden geliniyorlar. Ses sesin ilacıdır. Kulak göz gibi değildir. Kapatamazsın. Sessiz kalmaz. İnsanın elinden gelen en fazla neyi duyacağını seçmektir.
Etkilenmeye açık yaratılmışız. Bu hem zenginliğimiz hem zayıflığımız. Sabah karşılaştığınız her asık yüz yüreğinizde bir yara. Her gözyaşı bir bıçak. Aşmak kolay değil. Ancak duyduğunuz her bebek gülücüğü de size hediye edilmiş bir cennet. Ve kedi yavruları. Onlar her yerde. Şöyle bir teorim var: İnsanlığın büyük acılar yaşadığı dönemlerde Allah daha çok kedi yavrusu bağışlıyor dünyaya. Her acı olaydan sonra gördüğüm yavru sayısında ya bir artış var yahut da ben onları görmeye ihtiyaç duyduğumdan nazarıma daha çok çarpıyorlar. Nihayetinde, neşe de tıpkı keder gibi, serpilmiş yeryüzüne. Biraz onu arayarak bakmak lazım. Aramayan kendini kulaklarına bırakmış olur. Arayan gözlerine... Kendimize bari bu iyiliği yapalım. Ruhumuz yaşamak konusunda iyimser. Yaşananlara dayanmak istiyor. Aklımızla ona yardım edelim. Gülen yüzler arayalım. Ona göz olalım. Kulak olmayalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder