13 Ekim 2016 Perşembe

Teselli gücünü acıdan alır

Yakınlarımıza isabet etmiş bir ölüm bizi hep şaşırtır. Yakınımıza değil, yakınlarımıza. Bir dostumuzun yakınıysa eğer ölen, o acı karşısında ne yapacağımızı şaşırırız. İnsan yeterince hissetmediği acıya teselli üretemez. Eğer bizim de canımız yansaydı o acıyla, kendi acımızdan güç bulan bir teselliyi dostumuza sunabilirdik. Teselli için acı gerek. Acı çekmeyenin tesellisi olmaz. Etmeye çalışsa da etki etmez. Teselliye hak vermek için verenin de yandığını, ama ona rağmen ayakta durduğunu, görmemiz lazım. Görmezsek inanamıyoruz.

Ama o kadar da yanmadık. Belki yakınımızın yakınını tanımıyorduk bile. Bu yüzden özlemedik. Varlığı ve yokluğu birdi bizim için. Bizde hiç varolmadı ki, gidişiyle birlikte yokolsun. Yokolmanın korkusu duyulsun. Gidişinden yeterince güçlü bir sancı duymadık. O zaman bütün tesellilerimiz sözde kalıyor. 'Mış gibi' yaparak, yapılması gerekenin bu olduğunun farkında olarak, ama yine de tam o olamayarak, birşey oluyoruz. Bu yapmacıklık bizi rahatsız ediyor bir taraftan. Bir taraftan da 'yapmacık da olsa' doğru olanın bu olduğunu düşünüyoruz. Bu rahatsız edici halin sebebi ne? Kurtulmanın bir yolu yok mudur şu ikilemden?

11 Ekim 2016 Salı

Ya dibi yoksa o tabağın?

Hayat bir boşluğun kenarından yürümek gibi. Tabak kenarında gezinerek içindeki çorbaya düşmemeye çalışan sinekler gibiyiz. Adımlarımız mütereddit. Hakkımız var. Tabağın ortasındaki karanlık sürekli bizi kendisine doğru çekiyor. Boşluklar korkutucu. Sarhoşluk kurtarıcı. Sarhoşluk bizi tabağın kenarında olmaktan kurtarmıyor. Sarhoşluk bizi tabağın kenarında olduğumuz fikrinden kurtarıyor. Tabağın kenarında olduğumuzu unutmakla bir huzur arıyoruz. Bu mutlu olmak için yeterli mi peki? Değil gibi. Çünkü tabaktaki karanlık bizi içine doğru çekmeyi terketmiyor. O halde tabağın kenarında olmakla barışmak lazım. Ve belki o boşlukla da...

Bu boşluğu hem seviyorum hem sevmiyorum. Seviyorum. Çünkü çoğu güzel şey ondan kaçınırken veya ondan sıkılırken beni buluyor. Belki ondan bu kadar korkmasaydım bu kadar dikkatli basmayacaktım adımlarımı. Adımlarımı dikkatli basmam yürüyüşümü güzelleştirdi. Daha az ayağa bastım. Daha az insan incittim. Boşluk beni incitmemeye zorladı. Çünkü biliyordum: İncittiğim zaman incinecek ve belki o boşluğa düşecektim. Hem tutunmaya çalışırken güzel dostluklar da elde ettim. Tutunacak yerler yaptım. Boşluk beni korkutmasaydı kimsenin koluna girmezdim. Kimsenin yanında yürümek ve ona yaslanmak arzu etmezdim. Kimseye muhtaç olduğumu düşünmezdim. Boşluk benim hem zayıflığım hem zenginliğim oldu böylece.

Yine de boşluktan korkuyorum. Bu korkunun geçmemesinden korkuyorum. Bu geçmeyen korkunun içimdeki bir yaradan beslendiğini düşünüyorum. Kendimden yana endişeliyim. Kendime güvenmiyorum. Tabağın ortası belki de diğer insanlardan daha çok beni cezbediyor. Orada neler olacağını merak ediyorum. Ve sanki diğer insanlardan daha zayıf basıyorum adımlarımı. Bir şekilde içine düşmeye razı olmuş gibiyim. Tabağın kenarında yürümek beni yordu. Dikkat aklı yorar. "Belki de..." diyorum derinlerde bir yerde "tabağın ortasına bırakmalıyım kendimi." Sonra unutuyorum. Unutmak iyi geliyor. Ya bir dibi yoksa o tabağın?

3 Ekim 2016 Pazartesi

Elleri küçük


Neden bu stres? Karşı koymanda bir anlam yok. İnsanlar terkeder illa. Çünkü sınırlılar. Yenisine dokunmak için eskisini unutmak zorundalar. Elleri küçük. Ve içlerinde hiç geçmeyen bir arzu var. Yeni olana açlar. Bu yenilikçilik ve sınırlılık, ikisi beraber iken, terkedilmek kaçınılmaz. Sen de birilerini terkedeceksin. Birileri de seni terkedecek. Birşeyleri de arkanda bırakmalısın çünkü. Herşeyi omuzlarında taşıyamazsın. Tatlıyı yemeye hevesin varsa, haberin olsun, kebabın lezzeti dilini terkedecek. Bir güzelin bedeli başka bir güzel olacak. Dişe diş. Kana kan. İntikam değil bu. Kaçınılmaz olan. İyisi mi tutmaya çalışma. Terkedişleri anlamlandırmaya çalış. Anlamına inandığın terkedişler yaşarsan, yani yaraların dostun olursa, belki bu kadar canın acımaz. Canının sağlığı tutmakta değil, gönlünle bırakmakta. Gönlünle bırakmak.... Yapabilir misin?

1 Ekim 2016 Cumartesi

Her kedi yavrusu Allah'ın bir hediyesidir

Bazen yazmak bir kaçış oluyor. Kimden kaçış? Önce kendimizden. İnsan sadece kendisine kaldığında ona büyük zararlar verebilir. Bebekler, tırnaklarıyla uzun süre yalnız kalmalarına izin verildiğine, en fazla kendi yüzlerini tırmalarlar. Yalnızlık yaralarınızın yeniden kanamaya başladıkları nöbetlere dönüşür bazen. Başka sesler kalmadığında, bastırdığınız sesler, duvarlarının arkasından duyulur olmaya başlar. Böyle zamanlarda, işte, yazmak bir kaçış oluyor. İkinci bir ses çıkarıyorsun çünkü. Bir gürültü. Bir çağlayan. Güçlü bir akış. Tutunmaya çalışan bir el. Dikkatin acıların baskısından kurtuluyor. Bu akışın çağıltısı içinde yaralar yine duyulmaz oluyorlar. Tedavi olmuyorlarsa da uyuşturuluyorlar. Görmezden geliniyorlar. Ses sesin ilacıdır. Kulak göz gibi değildir. Kapatamazsın. Sessiz kalmaz. İnsanın elinden gelen en fazla neyi duyacağını seçmektir.

Etkilenmeye açık yaratılmışız. Bu hem zenginliğimiz hem zayıflığımız. Sabah karşılaştığınız her asık yüz yüreğinizde bir yara. Her gözyaşı bir bıçak. Aşmak kolay değil. Ancak duyduğunuz her bebek gülücüğü de size hediye edilmiş bir cennet. Ve kedi yavruları. Onlar her yerde. Şöyle bir teorim var: İnsanlığın büyük acılar yaşadığı dönemlerde Allah daha çok kedi yavrusu bağışlıyor dünyaya. Her acı olaydan sonra gördüğüm yavru sayısında ya bir artış var yahut da ben onları görmeye ihtiyaç duyduğumdan nazarıma daha çok çarpıyorlar. Nihayetinde, neşe de tıpkı keder gibi, serpilmiş yeryüzüne. Biraz onu arayarak bakmak lazım. Aramayan kendini kulaklarına bırakmış olur. Arayan gözlerine... Kendimize bari bu iyiliği yapalım. Ruhumuz yaşamak konusunda iyimser. Yaşananlara dayanmak istiyor. Aklımızla ona yardım edelim. Gülen yüzler arayalım. Ona göz olalım. Kulak olmayalım.