5 Kasım 2016 Cumartesi

Boşluktan korkuyorum


Boşluktan korkuyorum. Ondan kaçtığım için değil sadece. Onu seviyorum da. Boşluğun bana yaptığı şey, aklımı başımdan alması ve indiğim her yeni derinlikte beni hangi sürprizlerin karşılayacağını bilememek, evet, merak ettiriyor onu ve heyecanlandırıyor beni. "Yükselmeyeceksem düşeyim o zaman!" diyor içimden bir ses. Sanki değişmeğe mecburmuş gibi. Bir yanıyla korkusunu, bir yanıyla sevgisini çekiyorum boşluğun. Bu ikisinin birarada olması beni ondan daha fazla kaçmaya zorluyor. Korkulacaktan korkmakta bir acayiplik yok. Ama düşmesi sevilen bir hatadan korkmak... Bu korkunun katmerlisi. Ve benim hayatımda bu türden birçok korku var. Şehvetin sevgiden farkı yanlış olduğu bilinene karşı da duyulabilmesidir.

13 Ekim 2016 Perşembe

Teselli gücünü acıdan alır

Yakınlarımıza isabet etmiş bir ölüm bizi hep şaşırtır. Yakınımıza değil, yakınlarımıza. Bir dostumuzun yakınıysa eğer ölen, o acı karşısında ne yapacağımızı şaşırırız. İnsan yeterince hissetmediği acıya teselli üretemez. Eğer bizim de canımız yansaydı o acıyla, kendi acımızdan güç bulan bir teselliyi dostumuza sunabilirdik. Teselli için acı gerek. Acı çekmeyenin tesellisi olmaz. Etmeye çalışsa da etki etmez. Teselliye hak vermek için verenin de yandığını, ama ona rağmen ayakta durduğunu, görmemiz lazım. Görmezsek inanamıyoruz.

Ama o kadar da yanmadık. Belki yakınımızın yakınını tanımıyorduk bile. Bu yüzden özlemedik. Varlığı ve yokluğu birdi bizim için. Bizde hiç varolmadı ki, gidişiyle birlikte yokolsun. Yokolmanın korkusu duyulsun. Gidişinden yeterince güçlü bir sancı duymadık. O zaman bütün tesellilerimiz sözde kalıyor. 'Mış gibi' yaparak, yapılması gerekenin bu olduğunun farkında olarak, ama yine de tam o olamayarak, birşey oluyoruz. Bu yapmacıklık bizi rahatsız ediyor bir taraftan. Bir taraftan da 'yapmacık da olsa' doğru olanın bu olduğunu düşünüyoruz. Bu rahatsız edici halin sebebi ne? Kurtulmanın bir yolu yok mudur şu ikilemden?

11 Ekim 2016 Salı

Ya dibi yoksa o tabağın?

Hayat bir boşluğun kenarından yürümek gibi. Tabak kenarında gezinerek içindeki çorbaya düşmemeye çalışan sinekler gibiyiz. Adımlarımız mütereddit. Hakkımız var. Tabağın ortasındaki karanlık sürekli bizi kendisine doğru çekiyor. Boşluklar korkutucu. Sarhoşluk kurtarıcı. Sarhoşluk bizi tabağın kenarında olmaktan kurtarmıyor. Sarhoşluk bizi tabağın kenarında olduğumuz fikrinden kurtarıyor. Tabağın kenarında olduğumuzu unutmakla bir huzur arıyoruz. Bu mutlu olmak için yeterli mi peki? Değil gibi. Çünkü tabaktaki karanlık bizi içine doğru çekmeyi terketmiyor. O halde tabağın kenarında olmakla barışmak lazım. Ve belki o boşlukla da...

Bu boşluğu hem seviyorum hem sevmiyorum. Seviyorum. Çünkü çoğu güzel şey ondan kaçınırken veya ondan sıkılırken beni buluyor. Belki ondan bu kadar korkmasaydım bu kadar dikkatli basmayacaktım adımlarımı. Adımlarımı dikkatli basmam yürüyüşümü güzelleştirdi. Daha az ayağa bastım. Daha az insan incittim. Boşluk beni incitmemeye zorladı. Çünkü biliyordum: İncittiğim zaman incinecek ve belki o boşluğa düşecektim. Hem tutunmaya çalışırken güzel dostluklar da elde ettim. Tutunacak yerler yaptım. Boşluk beni korkutmasaydı kimsenin koluna girmezdim. Kimsenin yanında yürümek ve ona yaslanmak arzu etmezdim. Kimseye muhtaç olduğumu düşünmezdim. Boşluk benim hem zayıflığım hem zenginliğim oldu böylece.

Yine de boşluktan korkuyorum. Bu korkunun geçmemesinden korkuyorum. Bu geçmeyen korkunun içimdeki bir yaradan beslendiğini düşünüyorum. Kendimden yana endişeliyim. Kendime güvenmiyorum. Tabağın ortası belki de diğer insanlardan daha çok beni cezbediyor. Orada neler olacağını merak ediyorum. Ve sanki diğer insanlardan daha zayıf basıyorum adımlarımı. Bir şekilde içine düşmeye razı olmuş gibiyim. Tabağın kenarında yürümek beni yordu. Dikkat aklı yorar. "Belki de..." diyorum derinlerde bir yerde "tabağın ortasına bırakmalıyım kendimi." Sonra unutuyorum. Unutmak iyi geliyor. Ya bir dibi yoksa o tabağın?

3 Ekim 2016 Pazartesi

Elleri küçük


Neden bu stres? Karşı koymanda bir anlam yok. İnsanlar terkeder illa. Çünkü sınırlılar. Yenisine dokunmak için eskisini unutmak zorundalar. Elleri küçük. Ve içlerinde hiç geçmeyen bir arzu var. Yeni olana açlar. Bu yenilikçilik ve sınırlılık, ikisi beraber iken, terkedilmek kaçınılmaz. Sen de birilerini terkedeceksin. Birileri de seni terkedecek. Birşeyleri de arkanda bırakmalısın çünkü. Herşeyi omuzlarında taşıyamazsın. Tatlıyı yemeye hevesin varsa, haberin olsun, kebabın lezzeti dilini terkedecek. Bir güzelin bedeli başka bir güzel olacak. Dişe diş. Kana kan. İntikam değil bu. Kaçınılmaz olan. İyisi mi tutmaya çalışma. Terkedişleri anlamlandırmaya çalış. Anlamına inandığın terkedişler yaşarsan, yani yaraların dostun olursa, belki bu kadar canın acımaz. Canının sağlığı tutmakta değil, gönlünle bırakmakta. Gönlünle bırakmak.... Yapabilir misin?

1 Ekim 2016 Cumartesi

Her kedi yavrusu Allah'ın bir hediyesidir

Bazen yazmak bir kaçış oluyor. Kimden kaçış? Önce kendimizden. İnsan sadece kendisine kaldığında ona büyük zararlar verebilir. Bebekler, tırnaklarıyla uzun süre yalnız kalmalarına izin verildiğine, en fazla kendi yüzlerini tırmalarlar. Yalnızlık yaralarınızın yeniden kanamaya başladıkları nöbetlere dönüşür bazen. Başka sesler kalmadığında, bastırdığınız sesler, duvarlarının arkasından duyulur olmaya başlar. Böyle zamanlarda, işte, yazmak bir kaçış oluyor. İkinci bir ses çıkarıyorsun çünkü. Bir gürültü. Bir çağlayan. Güçlü bir akış. Tutunmaya çalışan bir el. Dikkatin acıların baskısından kurtuluyor. Bu akışın çağıltısı içinde yaralar yine duyulmaz oluyorlar. Tedavi olmuyorlarsa da uyuşturuluyorlar. Görmezden geliniyorlar. Ses sesin ilacıdır. Kulak göz gibi değildir. Kapatamazsın. Sessiz kalmaz. İnsanın elinden gelen en fazla neyi duyacağını seçmektir.

Etkilenmeye açık yaratılmışız. Bu hem zenginliğimiz hem zayıflığımız. Sabah karşılaştığınız her asık yüz yüreğinizde bir yara. Her gözyaşı bir bıçak. Aşmak kolay değil. Ancak duyduğunuz her bebek gülücüğü de size hediye edilmiş bir cennet. Ve kedi yavruları. Onlar her yerde. Şöyle bir teorim var: İnsanlığın büyük acılar yaşadığı dönemlerde Allah daha çok kedi yavrusu bağışlıyor dünyaya. Her acı olaydan sonra gördüğüm yavru sayısında ya bir artış var yahut da ben onları görmeye ihtiyaç duyduğumdan nazarıma daha çok çarpıyorlar. Nihayetinde, neşe de tıpkı keder gibi, serpilmiş yeryüzüne. Biraz onu arayarak bakmak lazım. Aramayan kendini kulaklarına bırakmış olur. Arayan gözlerine... Kendimize bari bu iyiliği yapalım. Ruhumuz yaşamak konusunda iyimser. Yaşananlara dayanmak istiyor. Aklımızla ona yardım edelim. Gülen yüzler arayalım. Ona göz olalım. Kulak olmayalım.

29 Eylül 2016 Perşembe

Öyle birşeyle sarhoş olalım ki, ayıldığımızda pişman etmesin

Hayalgücümüzü besleyen varlıktan ziyade yokluktur. Yoksunluğumuz, bizi, gerçekte yapamadığımız şeylerin hayalini kurmaya zorlar. Zayıflığın da güce dönüştüğü bir eşiktir bu. Varlık sahalarından birisinde yaşanan eksiklik, bir diğerinde, daha da güçlenmemizi tetikler. İnsan birkaç sahada birden var. Ama bu birkaç varoluş aynı zamanda hepsinde yarım kalmasının da nedeni. Gerçek dünya hayallerimizi 'bir cürümmüş gibi' arkada bırakmaya zorluyor. Gerçek bir hayatı olmayanlar, o hayata verecekleri bir hesap kalmayınca, hayallerine sarılıyorlar. Gerçek bir hayalperesti hayalcilik suçlaması etkilemez. Gerçek bir hayalperesti hayallerinden çıkaracak tek şey, gerçek dünyanın gözünde albenili hale gelmesi veya getirilmesidir.

Ben de bu kağıtta benzer bir özgürlüğü yaşıyorum. Doğruya doğru. Eğer bu kağıdın ötesindeki hayat içinden çıkmayı hiç istemeyeceğim bir sarhoşluk olsaydı içimle bu derece meşgul olmazdım. Ondan razı olmayışım şunu netice verdi. Birisine küstürülmekle ötekiyle barıştırıldım. Ondan alamadığım sarhoşluğu burada arıyorum. Ama en nihayetinde bu da bir sarhoşluk arayışı. Sarhoşluktan sarhoşluğa kaçarak yaşıyoruz. Çünkü hayatın bizzat kendisiyle başımız hoş değil.

Dikkat edilecek o kadar çok şey var ki. Sonsuz. Bütününe dikkat edecek bir ayıklığı en baştan yitiriyoruz. Sınırlıyız. Sınırlarımızın kölesiyiz. Böylece başlıyor kalbin derinlerinde bir sarhoşluk arzusu. Sarhoş olalım ki, o kadar da farkında olmayalım. Farkında olmadığımızın da farkında olamayalım. Her farkındalık omzumuzda bir yük oluyor. Onu da geçtim. Tam olarak neyi yaşamamız gerektiğinden bile emin değiliz. Hayat denilen herkesin içine aktığı bir havuz var. Bir de içimizde başka bir deniz. Onda yüzsek bundan, bunda yüzsek ondan kıskanç çığlıklar yükseliyor. Herkes bizi kendisine çağırıyor. Sesler karışıyor. Delirmek işten değil. Şu halin bir kurtuluşu var mıdır? Yoksa, sarhoşluk da kaçınılmaz gibi. Bu farkındalıkla ayakta kalamayız. Öyleyse olması en güzel şeyde sarhoş olalım. Öyle bir sarhoşluk olsun ki, ayıldığımızda pişman etmesin.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Küsmek de ihtiyaçtır

Küsmek de bir ihtiyaç galiba. Bazen o kadar eften püften şeyler için insanlar birbirlerine darılıyorlar ki, bütün bunların yalnızca birer bahane olduğunu düşünüyor insan. Asıl sebepse buna ihtiyaç duymamız. Hadi yüzleşelim: Küsmeye ihtiyacımız var. Küsmeye ihtiyacımız var. Küsmeye ihtiyacımız var... Ve bu ihtiyacın tetiklemesinden ötürü kendimize küsülebilecek kişiler ve küsmeye yeter bahaneler arıyoruz. Her zaman istediğimiz gibi bir tanesi denk gelmiyor, ama olsun. Küstükten sonra ne için küstüğümüzün ne ehemmiyeti var? Elbet yüzümüz barışmayadır. Yüzü barışmaya olmayan, küsme değil, düşmanlıktır. Kırgınlık değil, nefrettir. Çok mu küçük birşey için küsüyorlar size. Bir de şöyle düşünün: Sebep ne kadar eften püften olursa affetmesi de o kadar kolay olur. Belki küçük şeyler için küsmek büyük şeyler için kavga etmekten daha iyi. Büyük depremi engelleyen küçük fay kırılmaları gibi.

İşin özü şu: Küsmek bize değerli olduğumuzu hissettiriyor. Küstüğümüz zaman, gönlümüz alınmaya çalışıldıkça, almaya çalışan için herhangi biri olmadığımızı anlıyoruz. 'Herhangi biri olmamak' ne demek? 'Herhangi biri olmamak' boşuboşunalığa karşı kazanılmış büyük bir zaferdir. Bizsiz yapılamaz. Bizsiz olmaz. Eğer küsmeseydik bundan emin olabilir miydik? Küsülmedikten sonra sevginin sağlaması nedir? Emek mi? Onların birer alışkanlıktan ibaret olmadığını bize ne söyleyecek? O yüzden küsmelere küsmemek lazım. Belki şöyle düşünmek ilişkiler açısından iyileştirici olabilir: Bize küsen, gözümüzde değerli olmaya muhtaçtır. Çocuğun ebeveynine küskünlüğü, nefretinden değil, arzu ettiği ilgiden kaynaklanır. Eğer fazla küsmelerden rahatsız isek, o kişiye, ilgimizin sağlamasını yapabilmesi için küsmeden başka delil/imkan vermemiş olabiliriz. Başka isbat yolu bulamıyor olabilir. Bir de böyle düşün isterim. Güzeli görmeye çalışırsan herşeyin bir güzelliği var.